Son derece gerçekçi kurulan bir Anadolu dünyası... Bilinmezlik... Bilinmezlikten dolayı abartılan bir korku... Bu korkudan, halkının neden terkettiği bilinmeyen bir kasabaya giremeyen posta memuru... Alegori mi gerçek mi?
Yaşar Kemal'in son romanı "Tek Kanatlı Bir Kuş" tan...
"Ceviz ağacı çok değerlidir ama altında uyumayacaksın, gölgesi ağırdır. Bir de ceviz ağacının bir huyu vardır, budaklarından birisi oluşurken yakınında kim varsa, ne varsa hemencecik budağın içine resmini nakşediverir. Zamanla budakla birlikte resim de büyür. Ceviz budağından çok acayip resimler çıkmıştır. Ulu ağaçlar, bulutlar, denizler, uzun yollar, kamyonlar, otobüsler, otomobiller, sincaplar, tilkiler, ayılar, kurtlar, çakallar. Zinhar, ceviz ağacı altında cima etmeyesin, sakıncalıdır. Ola ki, resminiz olduğu gibi, o durumda budaklara çıkar. Ötede, kavşağın üst başındaki tepenin eteğinde iri ceviz ağaçları vardı. Yaprakları kalın, dalları ağır, çok yeşil. Cevizler tek sıra önlerinden geçen asfalta dizilmişlerdi. Cevizlerin arasında bir de küçücük maviye boyalı, yer yer sıvası dökülmüş bir yapı gözüküyordu.”
**
"Vakit öğleyi çoktan geçmişti. Remzi Bey tepenin üstüne çıkıyor, kasabaya bakıyor, kulak verip dinliyor, sonra biraz daha bozulmuş iniyor geliyor yatak denginin üstüne yorgun oturuyordu. Çok acıkmıştı ama Melek Hanım'a acıktığını söyleyemiyordu. Ona karşı çok suçluydu. Evlendiklerinden beri neler gelmemişti ki başlarına, ne belalar! İşte bu da sonuncusu... Olacak iş mi, gel dur kasabanın önünde seni bir götüren bulunmasın. Aşağıdan bir ince su akıyordu güdük söğütlerin arasından. Kalktı suya vardı, eğildi sudan içti doya doya, doğruldu, gene tepeye yollandı. Bir tümseğe oturdu. Kasabada hiö duman tütmüyordu. Hiç de ağaç yoktu bu kasabada, bomboş, yapayalnız, kıraç, yalnızlıktan, boşluktan, kıraçlıktan tüten, bomboş bir kasaba. Yanık bir sarıda moraran bir koyağın dibine sıvanmış, üstte sivri, keskin, bulutsuz kurak, sıcak, yanan kayalar. Dökülüvereceklermiş gibi kasabanın üstüne eğilmişler. Ortada uzun, birkaç kavak boyu bir kaya, sola, öne yamulmuş, uçtu uçacak bir ulu kuşa benzeyen. Remzi Tavdemir'in içini ince bir sızı gibi ağırdan bir hüzün sardı. Karamsarlık geldi karanlık, ağır bir su gibi yüreğine oturdu. Bu yalnız, kuş uçmaz kervan geçmez kasabaları ilk görünce hep böyle olurdu. Dünyadan kopar bir sonsuzluk içinde uçsuz bucaksız gider gider, sonsuzluğun acısında, sonsuzluğunda, yokluğunda erirdi. Şimdi iyice merak ediyordu bu kasabayı. Korkuya benzer, yılgınlığı, yarı uyku haline benzer bir duyguda bunalarak. Bir kasabanın başına ne gelebilir ki de, içine kimse giremez onun."
**
"Gölgeler uçuşuyordu alacakaranlıkta. Gölgeler gittikçe büyüyüp hışımlaşarak. Bir tek ağaç gördü küçücük bir havuzun başında. Yarasa doldu alacakaranlık fırt fırt diye kulağının dibinden uğultularla geçmeye başladılar. Bir şeyler çatırdadı, yer sarsılır gibi oldu. Ayaklarının altından toprak kayıyordu. Kendini tutmasa, kayan toprak onu alıp alıp yere vuracaktı. Korktukça apartıman pabuçlarını göğsüne bastırıyordu, gölgeler uzadı, evler sallandı, gece yarasalarla doldu, çıt yoktu ortalıkta. Sessizlik ağır, bastırdı."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder