18 Aralık 2013 Çarşamba

[Film] Black - Sanjay Leela Bhansali

"Black" is a 2005 Indian drama film directed by Sanjay Leela Bhansali. "Black" revolves around a blind and deaf girl, and her relationship with her teacher who himself later develops Alzheimer's disease. The film draws inspiration from Helen Keller's life and struggle. [Wikipedia]



"My name is Michelle McNally. The older child of an Anglo Indian family based in Shimla. This story is about me and my teacher. A story about two people left incomplete by god who have fought a battle with fate and made the impossible, possible. The world in my story is different where sound transcends into silence and light into darkness. This is my world. Where nothing can be seen nor heard. There is only one name for my world... Black."
**

"I can see everything clearly. A beautiful morning... snow covered streets... and that little girl... a lost soul, directionless. I will give her wings made of words, Ms. Nair. I will teach her how to fly."
**

"That day you had won your first battle over my darkness. But today you don't remember anything. Now I will fight against your darkness. I'll teach you everything you taught me. 'Water.' The first word
that you taught me and after that you typed every little detail on my hand like a maestro playing a symphony."
**

"People celebrate success but we celebrated failure. While eating ice cream you told me the story of the spider who after a lot of tries made her home. After all, failure is the first step towards success but for me these steps were never-ending."
**

13 Aralık 2013 Cuma

[Roman] Tek Kanatllı Bir Kuş - Yaşar Kemal

Son derece gerçekçi kurulan bir Anadolu dünyası... Bilinmezlik... Bilinmezlikten dolayı abartılan bir korku... Bu korkudan, halkının neden terkettiği bilinmeyen bir kasabaya giremeyen posta memuru... Alegori mi gerçek mi? 

Yaşar Kemal'in son romanı "Tek Kanatlı Bir Kuş" tan...


"Ceviz ağacı çok değerlidir ama altında uyumayacaksın, gölgesi ağırdır. Bir de ceviz ağacının bir huyu vardır, budaklarından birisi oluşurken yakınında kim varsa, ne varsa hemencecik budağın içine resmini nakşediverir. Zamanla budakla birlikte resim de büyür. Ceviz budağından çok acayip resimler çıkmıştır. Ulu ağaçlar, bulutlar, denizler, uzun yollar, kamyonlar, otobüsler, otomobiller, sincaplar, tilkiler, ayılar, kurtlar, çakallar. Zinhar, ceviz ağacı altında cima etmeyesin, sakıncalıdır. Ola ki, resminiz olduğu gibi, o durumda budaklara çıkar. Ötede, kavşağın üst başındaki tepenin eteğinde iri ceviz ağaçları vardı. Yaprakları kalın, dalları ağır, çok yeşil. Cevizler tek sıra önlerinden geçen asfalta dizilmişlerdi. Cevizlerin arasında bir de küçücük maviye boyalı, yer yer sıvası dökülmüş bir yapı gözüküyordu.”
**

"Vakit öğleyi çoktan geçmişti. Remzi Bey tepenin üstüne çıkıyor, kasabaya bakıyor, kulak verip dinliyor, sonra biraz daha bozulmuş iniyor geliyor yatak denginin üstüne yorgun oturuyordu. Çok acıkmıştı ama Melek Hanım'a acıktığını söyleyemiyordu. Ona karşı çok suçluydu. Evlendiklerinden beri neler gelmemişti ki başlarına, ne belalar! İşte bu da sonuncusu... Olacak iş mi, gel dur kasabanın önünde seni bir götüren bulunmasın. Aşağıdan bir ince su akıyordu güdük söğütlerin arasından. Kalktı suya vardı, eğildi sudan içti doya doya, doğruldu, gene tepeye yollandı. Bir tümseğe oturdu. Kasabada hiö duman tütmüyordu. Hiç de ağaç yoktu bu kasabada, bomboş, yapayalnız, kıraç, yalnızlıktan, boşluktan, kıraçlıktan tüten, bomboş bir kasaba. Yanık bir sarıda moraran bir koyağın dibine sıvanmış, üstte sivri, keskin, bulutsuz kurak, sıcak, yanan kayalar. Dökülüvereceklermiş gibi kasabanın üstüne eğilmişler. Ortada uzun, birkaç kavak boyu bir kaya, sola, öne yamulmuş, uçtu uçacak bir ulu kuşa benzeyen. Remzi Tavdemir'in içini ince bir sızı gibi ağırdan bir hüzün sardı. Karamsarlık geldi karanlık, ağır bir su gibi yüreğine oturdu. Bu yalnız, kuş uçmaz kervan geçmez kasabaları ilk görünce hep böyle olurdu. Dünyadan kopar bir sonsuzluk içinde uçsuz bucaksız gider gider, sonsuzluğun acısında, sonsuzluğunda, yokluğunda erirdi. Şimdi iyice merak ediyordu bu kasabayı. Korkuya benzer, yılgınlığı, yarı uyku haline benzer bir duyguda bunalarak. Bir kasabanın başına ne gelebilir ki de, içine kimse giremez onun."  
**

"Gölgeler uçuşuyordu alacakaranlıkta. Gölgeler gittikçe büyüyüp hışımlaşarak. Bir tek ağaç gördü küçücük bir havuzun başında. Yarasa doldu alacakaranlık fırt fırt diye kulağının dibinden uğultularla geçmeye başladılar. Bir şeyler çatırdadı, yer sarsılır gibi oldu. Ayaklarının altından toprak kayıyordu. Kendini tutmasa, kayan toprak onu alıp alıp yere vuracaktı. Korktukça apartıman pabuçlarını göğsüne bastırıyordu, gölgeler uzadı, evler sallandı, gece yarasalarla doldu, çıt yoktu ortalıkta. Sessizlik ağır, bastırdı."

13 Eylül 2013 Cuma

[Film] The Boy in the Striped Pyjamas - John Boyne & Mark Herman

Irish author John Boyne's book... Mark Herman writes the screenplay and directs the movie. The story of a young boy who is discovering the facts of World War II's Germany through his innocent friendship with a young Jewish boy... 

From the devastating movie The Boy in the Striped Pyjamas...


- How old are you?
- Eight.
- Me, too!
- It's not fair, me being stuck over here on my own, while you're over there,
playing with friends all day. 
- Playing?
- Well, that number. Isn't it a part of a game or something?
- It's just my number. Everyone gets given a different number.
**


- Can I ask you something? Why do people wear pyjamas all day?
- They are not pyjamas.
- Well, those?
- We have to. They took all our clothes away.
- Who did?
- The soldiers.
- The soldiers? Why?
- ... I don't like soldiers. Do you?
- I do, quite. My dad's a soldier, but not the sort that takes people's clothes away for no reason.
- What sort, then?
- Well, he's the important sort. He's in charge of making everything better for everyone. So, is your dad a farmer?
- No, he's a watchmaker. Or was. Most of the time now, he just mends boots.
- It's funny how grown-ups can't make their minds up about what they want to do. It's like Pavel. Do you know him? Lives over there. He used to be a doctor, but gave it all up to peel potatoes.
**


- Can I ask you another question? What do you burn in those chimneys? I saw them going the other day. Is it just lots of hay and stuff?
- I don't know. We're not allowed over there. Mama says it's old clothes.
- Well, whatever it is, it smells horrid.
**


5 Temmuz 2013 Cuma

[Anlatı] Yaşamın Ucuna Yolculuk - Tezer Özlü

"Türk Edebiyatı'nın gamlı prensesi" diyorlar hakkında. Acılarla dolu, erkenden sona eren bir hayat... Acısıyla baş edemeyen, düşünmeden edemeyen bir beyin. Tezer Özlü'nün muhteşem eseri "Yaşamın Ucuna Yolculuk" tan...


Doyum içinde ayrılacağımı sandığım bu yaşamdan, zaman zaman algılıyorsun ki, hiç de doyumla ayrılamayacaksın. Hiç yaşanmamış gibi. Doymak mümkün mü.

**
Yazarken öykü anlatacak değilsin. Çevre öykü dolu. Her insanın her günü öykülerle dolu.

**
Aynı gökyüzünün dünyanın tüm ülkelerini kapsamasına olanak var mı. Tüm yüzyılların, tüm özgürlüklerin, tüm savaşların, tüm cezaların, tüm haksızlıkların, tüm yiyeceklerin, tüm açlığın, tüm yoksulların ve acıların hala var olduğu bugünün dünyasını aynı gökyüzünün bürümesine olanak var mı.

**
Tren raylarını severim. Bağımsızlığı, gidebilmeyi, kalmak zorunda olmamayı, uymak zorunda olmamayı anımsatır. Tren rayları bir tür bağımsızlıktır benim için.

**
Öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, aşık olmakla yetinemezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entellektüel örgüsü yoktur. (*)

**
Her anı ölüdür. Şimdi sen de bir anısın. Sen de ölüsün. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. 

**
Yaşanacak bir yaşam vardır. 
Binilecek bisikletler vardır.
Yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak güneş batışları vardır.

**
Kendini bana sunan her şeyi, yetişmekte, solumakta ya da ölmekte olan her şeyi ya da ölmüş olanı daha da büyük biçimlendirmem gerek. Doğanın, yaşamın, düşlerin bana sunabildiğinden daha çoğunu yaşamam, daha çoğunu algılamam, daha büyüğünü duymam gerek. Her nesneyi, her canlıyı, herhangi bir insanı, anlık her görüntüyü yaşantıya dönüştürmeliyim. Yaşamı büyütmek, kendimce geliştirmek, derinleştirmek, genişletmek, rüzgarlarla estirmek, yağmurlarla yağdırmalıyım, ta ki kendimi canlı ya da cansız, doğmuş ya da doğmamış tek bir nokta olarak görene dek. Ve kendi üzerimde kurduğum bu egemenlikle ölümü de büyütmem gerek. Yaşamım, ölümüm her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı.

**
Sen düşüncelerle yaşıyorsun, diğerleri gerçeklerle.

**
Şimdi derinlemesine incelemem gereken duyguların taşkınlığındayım. Sanki duygularımı kilometrelerle uzatıyorum, duygularımı yolların bitmezliğine dönüştürüyorum. Oysa sözcüklere dönüştürmem gereken duygular bunlar.

**
Sınırlar kadar hiçbir kısıtlamadan sıkılmadım ve kendi sınırlarım içinde sınırsızlığımı kurdum. Hiç değilse bana özgü bir sınırsızlık, kendi suskum, kendi çığlığımın sınırsızlığı.

**
Kader diye bir şey yoktur, yalnız sınırlar vardır. En kötü yazgı, sınırları sabırla karşılamaktır. Karşı çıkmak gerekir.

**
Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. [...] Yaşamı gitmek olarak algılıyorum.

**
Yalnız sağlıklı insan aklıyla yaşansaydı, değmezdi yaşamaya, can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan, dünyanın  gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması.

**
Her duygusal kıpırdanışa ölene dek ihtiyacım var.

**
İnsan çoğu kez her şeyin son bulduğu duygusuna kapılıyor, oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil bir insan ömrü.

**
İnsanın kendi kendinin yükünü taşıması, diğerlerinin yükünü taşımasından daha rahatlatıcı.

**
Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi.

---
(*) Bu girdide yer alan bütün italikler (orijinal metinde de) Cesare Pavese'den alıntılardır.







28 Haziran 2013 Cuma

[Film] Finding Forrester - Gus Van Sant & Mike Rich

Mike Rich'in yazdığı ve Gus Van Sant'ın yönettiği, lise çağındaki başarılı bir siyahi çocuğun, her kez tarafından bilinen ama kayıp bir yazarla kurduğu dostluğun hikayesi... Finding Forrester
**
Finding Forrester... A film written by Mike Rich and directed by Gus Van Sant tells the story of a young black successful boy and his secret friendship with a well-known yet lost author.


--SCROLL DOWN FOR ENGLISH--

- Neden kendimiz için yazdığımız sözler başkaları için yazdıklarımızdan çok daha iyi oluyor hep?

**
- Ne yapıyorsun?
- Yazıyorum. Tuşlara basmaya başladığında sen de yazacaksın. (...) Bir sorun mu var?
- Hayır. Sadece düşünüyorum.
- Düşünme. O sonra gelir. İlk taslağını yaz yüreğinle. Sonra kafanla yeniden yazarsın. Yazmanın ilk anahtarı yazmaktır. Düşünmek değil.

**
- Çorba sorusunda kalmalıydın. Bir sorunun amacı sadece bizi ilgilendiren konularda bilgi almaktır. Sizin çorbaların neden katılaşmadığını merak ediyordun. Büyük ihtimalle annen sütün çorbada ziyan edilmediği bir evde büyümüştü. Seni ilgilendiren bir konuda bilgi alma kriterine uymayan ''Hiç dışarı çıkıyor musun?'' sorusuna kıyasla o iyi bir soruydu.
- Pekala. Galiba artık çorba ile ilgili bir sorum yok.

**
- Bazen sadece yazmanın basit ritmi bizi birinci sayfadan ikinciye götürür. Kendi sözcüklerini hissetmeye başladığında, onları yazmaya başla.


--ENGLISH--

Why is it the words we write for ourselves are always so much better than the words we write for others?

**
- What are you doing?
- I'm writing. Like you'll be, when you start punching those keys. (...) Is there a problem?
- No. I'm just thinking.
- No thinking. That comes later. You write your first draft with your heart. You rewrite with your head. The first key to writing is to write. Not to think.

**
- You should have stayed with the soup question. The object of a question is to obtain information that matters only to us. You were wondering why your soup doesn't firm up? Probably because your mother
was brought up in a house that never wasted milk in soup. That question was a good one, in contrast to, "Do I ever go outside?" which fails to meet the criteria of obtaining information that matters to you.
- All right. I guess I don't have any more soup questions.

**
- Sometimes the simple rhythm of typing gets us from page one to page two. When you begin to feel your own words, start typing them.

7 Haziran 2013 Cuma

[Roman] Düğümlere Üfleyen Kadınlar - Ece Temelkuran


"Oysa ben hikayesini ilk kez anlatırken dikkate alınmayan insanların aniden ölebileceğinden korkarım."
**

- Bakın ne diyeceğim. Birkaç yıl önce bir yıl Beyrut'ta yaşadım ben. Annem de endişeli biraz, meraklı da. Bir ara görmeye gittim, mutfakta konuşuyoruz. Soruyor işte 'Ne yapıyorsun orada? Nasıl yani bu Araplar? Çok mu dinciler?' falan filan. Arap deyince Türkiye'dekilerin aklına ya Körfez Arapları gelir ya da bildiğin Kara Afrika.
- Kara Afrika'nın ne alakası var?
- Öyle işte azizim. Neyse, sonra ben anlatıyorum işte anneme, 'Anne işte bak, Beyrut üç aşağı beş yukarı burası gibi. Arap öyle bir şey değil. Arapça ile sadece dua okunmaz; sevişilir, politika yapılır' falan filan. Siyasi durumlardan bahsediyorum, 60'lardan başlayan Arap Solu tarihini anlatıyorum vesaire, babam girdi içeri çekirdek yiyerek, 'Tabii canım' dedi, 'çağdaş Araplar da var!'"
**

"Dans edemeyeceksem devrimi ne yapayım ben!" - Emma Goldman
**

- İnsanı en çok kendini hayal kırıklığına uğratmak mahveder. Bir yandan onların alayı, bir yandan senin kendine biçtiğin başı sonu olmayan eza... Dert, dermansızlaşır. Gençken gelir geçer böyle kuraklıklar. Ama ömrün ortasındaysan...
**

- Işığa bakacaksın. Hiç kimseye değil, yalnızca ışığa.
**

- Yorgunluk, bir çakıl taşını tepeye çıkarmaya çalışmaktan. Kayayı bile değil, anladınız mı? Çıkar yine yuvarlansın, çıkar yine yuvarlansın... Valla bende bu çakıl taşını bir daha tırmandıracak hal yok. Tepenin altında oturup sigara içip derin derin düşünesim var. Ben bu taşı niye tepeye tırmandırıyorum arkadaş! Bunu uzun uzun düşünesim var.
**

"Ölümü böyle iç cebinde sevgilinin resmi gibi taşıyan memleketler cenazeleri niye hep hazırlıksız karşılarlar? Bu iğrenç desenli, pis battaniyeler... Gördüğüm bütün o desenli, pis battaniyeler ve içlerindeki oğlan çocukları... Şimdi artık hakkında yazmayı bile beceremediğim oğlan çocukları...
**

- Sizin... Yani bizim gibiler... Yola gayrıihtiyari çıkmazlar. Yola kimse için çıkılmaz. Siz benim için gelmediniz. Amira birini öldürmüş olabileceği için de değil. Sebepleriniz her ne ise siz biliyorsunuz. Ama esas sebebinizi... Bildiğime inanıyorum. Ben size değil, bildiğim şeye iman ediyorum. Bizim gibiler, ev gibi bir vahşette var olamazlar. İlle de kan akmasına gerek yok. Tek bir yerde geçen bir hikayede biri muhakkak birini öldürür. Yol, insanları sulh eder. Yenilmek, düşmek, yok olmak vardır ama düşmanlık yoktur. Sizin ve benim gibiler bu yüzden yola çıkarlar. Ne ki siz, tanıdım artık sizleri, kendi tercihinizi makus talihiniz, kahırlı kaderiniz sanıyorsunuz. Bu yolun kendi tercihiniz olduğunu kabul etmediğiniz için, kahraman gibi değil, kurban gibi yürüyorsunuz. Gözyaşınızı içmeyi hanımlar, acıyı öfkeye dönüştürmeyi bilmiyorsunuz.
**

"Kaderinin önüne geçecek kadar çabuk davrananlar, kendilerini de geride bırakmaya mecburdurlar... Gemiye bindim ve böylece başladı rüzgar esmeye. Rüzgar, tanrıların benim gibiler için icat ettiği elidir. Merhamet etmez o eller. Tanrılar bizim gibilere diyeceklerini alevli kırbaçlarıyla derler. Taşlaşmışsa kalbimiz, bu tanrıların haşin sevgisinin delilidir. Ah! Tanrılar, kendi hikayesini yazabilen ölümlüleri eşitleri gibi severler."
**

- Nasıl kırıyorlar sonra bu kız çocuklarını? Nasıl kendilerine benzetiyorlar? Cinayet gibi. Belki biz de böyleydik. Sakatlanmadan büyüyebilseydik...
**

- Güzelcik, sen kendini ancak kimse seni görmezse göreceksin. Korkma. Aslanlar gibisin. Aslanlar gibi olmaktan korkma.
**

"Tatminsizlik ne sefil şey!"
**

"Büyük hikayeleri olan bir kadın o, hiçbir şeye bakarken bile birçok şey görüp anlatacağı kimse olmadan yaşamak zorunda. Kendi aklını eğlendirmek zorunda. Gördüğü hiçbir serabın karşılığı olmadığını kerelerce öğrendiği için, çöle ve hayatına bakarken gülebilmek zorunda."
**

- Çok korkunç şeyler olduğunda derim ki kendime, "Şimdi iki seçeneğin var. Ya düşersin ya yürür gidersin." Ben başka bir şey bilmiyorum. Döndüm arkamı yürümeye başladım.
**


"Amira, bize kadınları nasıl seveceğimizi anlatan bir kitap lazım. Yoksa hep böyle şapşal ve kavruk kalacağız. Bize kadınların nefesini genişletecek, o nefesin rüzgarına yelken açmamızı öğretecek bir kitap lazım. Yoksa biz ne kadar sevilsek tamir olmayız."


3 Nisan 2013 Çarşamba

[Film] Before Sunset - Richard Linklater


Richard Linklater writes this story about a girl and a boy who met up in a train and spend a whole night together until the sunshine (Before Sunrise). Now, we are in Paris, witnessing their second encounter after 9 years. And they have too much things to tell each other.


- I've been thinking about this... Well, I always kind of wanted to write a book that all took place within the space of a pop song. Like three or four minutes long, the whole thing. The story, the idea, is that there's this guy, and he's totally depressed. His great dream was to be a lover, an adventurer, you know, riding motorcycles through South America. And instead he's sitting at a marble table eating lobster. He's got a good job and a beautiful wife. Everything that he needs. But that doesn't matter because what he wants is to fight for meaning. You know? Happiness is in the doing, right? Not in the getting what you want. So he's sitting there, and just that second his little 5-year-old daughter hops up on the table. And he knows that she should
get down, because she could get hurt. But she's dancing to this pop song in a summer dress. And he looks down and all of a sudden, he's 16. And his high-school sweetheart is dropping him off at home. And they just lost their virginity, and she loves him and the same song is playing on the car radio. And she climbs up and starts dancing on the roof of the car. And now he's worried about her. And she's beautiful, with a facial
expression just like his daughter's. In fact, maybe that's why he even likes her. You see, he knows he's not
remembering this dance, he's there. He's there, in both moments, simultaneously. And just for an instant,
all his life is just folding in on itself. And it's obvious to him that time is a lie. That it's all happening all the time and inside every moment is another moment, all happening simultaneously.

**
- I was working for this organization that helped villages in Mexico. And their concerns was how to get the pencils sent to the kid in those little country schools. It was not about big, revolutionary ideas. It was about pencils. I see the people that do the real work, and what's really sad is that the people that are the most giving, hardworking and capable of making this world better usually don't have the ego and ambition to be a leader. They don't see any interest in superficial rewards. They don't care if their name ever appear in the press. They actually enjoy the process of helping others. They're in the moment.

**
- Memory is a wonderful thing if you do not have to deal with the past.

**
- Did you ever keep a journal when you were a kid? It's funny, I read one of mine from '83 the other day. And what really surprised me is that I was dealing with life the same way I am now. I was much more hopeful and naive but the core, and the way I was feeling things, is exactly the same. It made me realize
I haven't changed much at all.

**
- Sometimes I worry I'll get to the end of my life feeling I haven't done all I wanted to. I want to paint more,
I want to play my guitar every day. I want to learn Chinese. I want to write more songs. There's so many things I want to do, and I end up doing not much.

**
- I always feel like a freak because I'm never able to move on like this. People just have an affair,
or even entire relationships, they break up and they forget. They move on like they would have
changed brand of cereals. I feel I was never able to forget anyone I've been with because each person had their own specific qualities. You can never replace anyone. What is lost is lost. Each relationship, when it ends, really damages me. I never fully recover. That's why I'm very careful with getting involved because it hurts too much. I will miss of the person the most mundane things. Like I'm obsessed with little things. Maybe I'm crazy, but when I was a little girl my mom told me that I was always late to school. One day she followed me to see why. I was looking at chestnuts falling from the trees, rolling on the sidewalk or ants crossing the road, the way a leaf casts a shadow on a tree trunk. Little things. I think it's the same with people. I see in them little details, so specific to each of them, that move me and that I miss and will always miss. You can never replace anyone because everyone is made of such beautiful, specific details. Like, I remember the way your beard has a bit of red in it and how the sun was making it glow that morning right before you left. I remembered that, and I missed it.

16 Mart 2013 Cumartesi

[Film] Bin Dokuz Yüz Seksen Dört - Michael Radford

George Orwell'in efsane romanı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (Nineteen Eighty-Four'ten... Filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Michael Radford. Kendisi William Shakespeare'in Venedik Taciri (The Merchant of Venice) 'ni de beyaz perdeye aktarmıştı hatırlarsanız; o girdiye de buradan ulaşabilirsiniz.

Film, aynen yazarın tasarladığı gibi 1984 Nisan-Haziran aylarında Londra'da çekildi.

---

- Burası bizim ülkemiz. Bir barış ve bolluk ülkesi. Bir ahenk ve umut ülkesi. Burası bizim ülkemiz. Okyanusya. Bunlar bizim insanlarımız. İşçiler, çalışanlar, inşaatçılar... Bunlar bizim insanlarımız. Bizim dünyamızın işçileri, çabalıyorlar, savaşıyorlar, kan döküyorlar, ölüyorlar... Şehirlerimizin sokaklarında ve çok uzak savaş alanlarında umutlarımızın ve rüyalarımızın sakat bırakılmasına karşı savaşıyorlar. Kim onlar?  Onlar karanlık ordulardır. Avrasya'nın karanlık, öldüren orduları... Afrika ve Hindistan'ın çorak çöllerinde, Avustralasya'nın okyanusunda cesaret, güç ve gençlik kurban verildi. Onur duyacakları tek şey zalimlik olan barbarlara kurban verildi. Fakat zafere uzansak bile aramızda büyüyen ve yayılan bir kanser var; şeytani bir tümör:


"Parti'nin söylediği hiçbir şey doğru değil. Parti'nin söylediği hiçbir şey iyi değil. Savaşın kendisi gerçek olmasa bile parti savaşta olduğumuza inanmanızı istiyor... Saldırganlığınızı, kendi meşru hedeflerinden uzağa kanalize etmek için yapıyorlar... Parti. Büyük birader gerçek değil. O, Parti tarafından yaratılmış saf bir kurgu. Devletin gerçek yöneticileri bilinmiyor... kim olduğu belli olmayan işleticiler. Kim oldukları blinmediği için gücü izinsiz ve engelsizce kullanabiliyorlar. Okyanusya halkı, aldatılıyorsunuz. Parti halka hizmet etmez, kendine hizmet eder. Avrasya'yla savaşta değiliz. Parti'nin aptal ve itaatkar kölelerine dönüşüyorsunuz. Gözlerinizi açın. Kötülüğün size ne yaptığını görün. Parti kendi vatandaşlarının üstüne bomba atıyor. Kalk! Boyunduruğundan kurtul. Kaybedecek hiçbirşeyin yok, ama kazanacak çok şey var."

**

Geçmişe... ya da geleceğe... Düşüncenin özgür olduğu bir çağa... Büyük Birader çağından, düşünce polisi çağından, ölü bir adamdan selamlar!
**

Eğer umut varsa proleterlerde yatıyor. Eğer kendi güçlerinin bilincine varırlarsa komplo kurmaya ihtiyaçları kalmayacak. Tarih onlar için konu değil.

**
- Savaş barıştır! Özgürlük köleliktir! Cehalet güçtür! İradenin zaferi orgazmın da üstündedir. Bu gece Anti-Sex birliğinin Zafer Meydanı'ndaki toplantısında 10.000 in üzerinde Partili kadın, sivil evliliklerin %50 azalmasını kutlayıp bekaretin korunması üzerine yemin edecekler ve yapay döllenme için kendilerini bir kap olarak taahüt edeceklerdir.

**
Her şey sisin içinde kayboluyor. Geçmiş silindi ve silinme unutuldu. Yalan gerçek oluyor, sonra tekrar yalan oluyor.

**
- Eğer duygularımı değiştirmemi sağlayabilirlerse seni sevmemin önüne geçebilirler. Gerçek ihanet bu olacaktır.
- Bunu yapamazlar. Bu, yapamayacakları tek şeydir. Sana işkence edebilirler ve sana her şeyi söyletebilirler. Ama seni inandıramazlar. İçine giremezler. Kalbine giremezler.

6 Ocak 2013 Pazar

[Roman] Zorba - Nikos Kazantzakis


Yunan yazar Nikos Kazantzakis'in 1946 yılında yayımlanmış ölümsüz eseri Zorba'dan... Zorba, sadece bir roman ya da biyografi değil, Zorba bir yaşam biçimi...

[Wikipedi] Nikos Kazantzakis, 1946'da, Yunan Yazarlar Topluluğu tarafından Angelos Sikelianos ile birlikte Nobel Edebiyat Ödülü için kurula tavsiye edildi. 1957 yılında, bu ödülü 1 oy farkı ile Albert Camus'ya kaptırdı. Camus ödülü aldıktan sonra, Kazantzakis'in bu ödülü kendisinden yüzlerce kez daha fazla hakettiğini söylemiştir.


Hayatımda tanıdığım en rahat ruh, en sağlam vücut, en özgür haykırış onundu.
**

 - Ne zamana kadar kâğıt yiyip mürekkep yalayacaksın? Benimle birlikte gel, orada, Kafkas’ta, ırkımızdan binlerce insan tehlikede; gel, onları kurtaralım. Sonra o soylu tasarısıyla alay edermiş gibi gülmeye koyuldu. “Belki onları kurtaramayız,” dedi, “Ama kurtaralım derken biz kurtuluruz. Öyle değil mi?”
**

Anladım ki, Zorba, bunca zamandır arayıp da bulamadığım adamdır; canlı bir yürek, sıcak bir hançere ve daha toprak anasından göbeği kesilmemiş, hilesiz, kocaman bir ruh!
**

“Gidiyoruz,” dedim, “Tanrı yardımcımız olsun!”
Zorba yavaşça ekledi:
“Şeytan da!”
**

Eski masallar bunlar. Utanmıyorlar!
-         - Ne demek eski masallar Zorba?
-          - Hepsi işte… Krallar, demokrasiler, milletvekilleri, maskaralıklar!..
**

         - Patron, sen şimdi sanıyorsun ki oturup sana, adet olduğu üzere, Girit’te kaç Müslüman’ın kafasını koparıp kaçının kulağını kestiğimi anlatacağım. Bunu aklından çıkar; ben bunu yapmaya üşeniyor, utanıyorum. Aklımın başımda olduğu şu sırada, sana hiçbir şey yapmamış olan başka bir insana saldırıp onu ısırmanı, burnunu koparmanı, kulağını kesmeni, karnını deşmeni ve bu arada da Tanrı’yı da yardıma çağırmanı gerektiren bu kudurganlık nedir diye düşünüyorum; bu, Tanrı da gelip burun kulak kessin ve işkembe deşsin mi demektir? Ama o zaman kanım kaynıyordu patron; düşünecek kafa nerede bende? Tam ve namuslu düşünceler, sessizlik ihtiyarlık ve dişsizlik ister. Dişsiz olduğun zaman, ‘Ayıp çocuklar, ısırmayın!” demek kolaydır. Ama otuz dişin olunca… İnsan gençliğinde canavardır, evcilleşmek bilmez canavardır ve insan yer.
**

- Sana söylüyorum patron, bu dünyada bütün olanlar haksız, haksız, haksız! Ben ufacık kurt, ben çıplak salyangoz Zorba, hiçbir şeyin altını imzalamıyorum. Neden delikanlılarla genç kadınlar ölsün de hurdalar kalsın! Küçük çocuklar neden ölsün? Benim küçük bir çocuğum vardı, Dimitraki'm; üç yaşında öldü ve ben asla, işitiyor musun, asla Tanrı'yı bundan dolayı bağışlamayacağım! Öbür gün, eğer önüme çıkacak yüzü varsa, ve gerçek Tanrı ise eğer, bil ki utanacaktır! Evet, evet, benden, çıplak salyangoz Zorba'dan utanacaktır.

**
- Bana söyleyebilir misin patron, bütün bunların ne demek olduğunu bana söyleyebilir misin? Kim yaptı bunları? Neden yaptı? Ve hepsinin üstünde de şu var: neden ölüyoruz?
- Bilmiyorum Zorba.
- Öyleyse nedir okuduğun o külüstür kağıtlar? Bunu söylemiyorlasa neyi söylüyorlar?
- Senin bu sorduklarını yanıtlayamayan insanın üzüntüsünü söylüyorlar Zorba.