Céline'in 1932'de yazdığı ilk romanı Gecenin Sonuna Yolculuk, kitabın iç yazısında da denildiği gibi "kan kokuyor. Kan, yoksunluk, hastalık, ölüm, sıcak, tuvalet, yara, et, yine de kahkaha..." Tüyler ürpertici bir roman, tekrar tekrar okunma isteği uyandıran satırlar... Okurken, insanlığın pisliğini, domuzluğunu, aymazlığını ve umarsızlığını görmekten tiksinirken çaresizliğine toslayıp durup düşüneceksiniz.
"Kanla yazılmış" bir roman...
Her şeyden önce şunu hemen belirtmeliyim ki, ben kendimi bildim bileli kırsal bölgelerden hiç hazzetmedim, sonu gelmeyen çamur yığınlarıyla, asla kimseyi bulamayacağınız evleriyle, nereye gittiği belirsiz yollarıyla oraları gözüme hep sevimsiz görünmüştür. Ama bir de bütün bunlara savaşı eklediğinizde, hiç çekilmiyor.
**
Her alanda, asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. Bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız, öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız, insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine. Tüm bir yaşamı doldurmaya yetecek bir uğraştır bu.
**
Dört haftadır sürüp giden bu savaşta, o kadar yorgun, o kadar mutsuzduk ki, yorgunluktan korkumun bir kısmını yolda yitirmiştim. Sabah akşam bu insanlar, yani rütbeliler, özellikle de her zamankinden daha sersem, daha çapsız ve daha nefret dolu düşük rütbeliler tarafından taciz edilme işkencesi, en inatçı insanı bile hala yaşamakta direnme konusunda tereddüt eder hale getiriyordu.
**
Gebermek için kuyruğa giriyorduk. General bile askersiz kamp yeri bulamıyordu artık. Sonunda, hepimiz tarlaların ortasında yatmaya başladık, generali menerali kalmamıştı artık. Az çok yürekli olanlarda bile yürek kalmadı. İşte, bu aylardan itibaren başladılar, morallerini yükseltmek adına askerleri kurşuna dizmeye, taburlar dolusu askeri [...]
**
Geceleyin, orada burada, o harikulade barış zamanını bir ölçüde andıran çeyrek saatler yakalayabiliyorduk, hani her şeyin selim olduğu, özünde hiç bir şeyin kayda değer sonuçlar doğurmadığı, her biri olağanüstü derecede, inanılmaz keyifli olabilen nice başka şeylerin gerçekleşebildiği, o artık varlığına inanılması güç olan zaman. Adeta ete kemiğe bürünmüş kadife yumuşaklığında bir mutluluktu, o barış zamanı…
Bu öldürme mesleğini icra ederken nazlanmanın alemi yoktur, sanki yaşam kaldığı yerden sürüyormuş gibi davranmak gerekir, en zor olanı da budur zaten, bu yalan.
**
Atlar bayağı şanslı, çünkü her ne kadar onlar da, bizler gibi, savaşın ceremesini çekiyorlarsa da, hiç olmazsa onu desteklemeleri, gereğine inanır gibi yapmaları beklenmiyor onlardan. Bahtsız, ama özgür atlar! Galeyan denen o kaltak, maalesef! bize mahsus.
Uzun, grili yeşilli bir çizgi uzaktan yamacın doruğunu şimdiden belirginleştiriyordu, kentin sınırında, gecenin ortasında; gün ağarıyordu. Bir gün fazla! Bir gün eksik! Bundan da, tüm diğerlerinden olduğu gibi, yakayı sıyırmak gerekecekti, günler, hepsi de gitgide daralan çembere benzeyen şeylere dönüşmüşlerdi, üstelik hepsi de kurşun parçaları ve yörüngeleriyle doluydu.
**
Aslına bakılırsa kuşku uyandıran biricik şey kahramanlıktır. Kendi bedeniyle kahramanlık? Oldu olacak yem olarak oltanın ucuna takılan solucandan da kahramanlık yapmasını talep edin, ne de olsa o da bizim gibi pembe, soluk ve gevşek.
**
İşte o zaman hastalandım, ateşlendim, deliye döndüm, öyle açıkladılar durumu hastanedekiler, korkudanmış. Olabilir. Eğer bu dünyanın içindeyseniz, yapılacak en iyi şey, öyle değil mi, buradan çekip gitmektir? Deli olsanız da olmasanız da, korksanız da korkmasanız da.
**
- Gerçekten deli olduğunuz doğru mu Ferdinand? diye sordu bana, bir perşembe günü.
- Öyleyim! diye itiraf ettim.
- O halde, burada sizi tedavi edecekler, değil mi?
- Korkunun tedavisi yoktur, Lola.
- O kadar mı çok korkuyorsunuz?
- Sandığınızdan daha fazla, Lola, düşünün, o kadar korkuyorum ki, eğer olur da kendime ait doğal bir nedenle ölürsem, ileride cesedimin yakılmasını bile asla istemem! Bıraksınlar beni toprakta, mezarlıkta çürüyeyim, rahat rahat, oracıkta, belki de yeniden yaşama dönmeye hazır biçimde... Belli mi olur! Oysa beni yakıp küle çevirseler, Lola, anlıyor musunuz, o zaman her şey bitmiş olacak. Bir iskelet, ne de olsa, az çok insana benzer yine de... Küllere kıyasla her zaman için yeniden canlanmaya daha yatkındır. Küle döndün mü iş biter!.. Öyle değil mi?.. Hal böyleyken, hele savaştan hiç söz etmeyelim...
- Aaa! Siz demek gerçekten de korkağın tekisiniz, Ferdinand! Bir lağım faresi kadar tiksindiricisiniz...
- Öyle, büsbütün korkağım Lola, savaşı ve içinde ne varsa hepsini reddediyorum... Ben savaş var diye üzülmüyorum... Ben kaderime razı olmuyorum... Ben bu konuda sızlanıp durmuyorum... Onu olduğu gibi reddediyorum, içindeki insanlarla birlikte, onlarla, onunla hiçbir alışverişim olsun istemiyorum. İsterlerse dokuz yüz doksan beş milyon kişi olsunlar ve ben tek başıma kalayım, yine de haksız olan onlar, Lola, haklı olan da benim, çünkü ne istediğini bilen bir tek ben varım: ben artık ölmek istemiyorum.
- Ama savaşı reddetmek olanaksız, Ferdinand! Vatan tehlikedeyken savaşı reddetmek için ya deli ya da korkak olmak gerek...
- O zaman da yaşasın deliler ve korkaklar! Ya da daha doğrusu bir tek deliler ve korkaklar yaşayabilecek! Örneğin Yüz Yıl savaşları sırasında ölen askerlerden bir tanesinin bile adını hatırlıyor musunuz, Lola?.. Bu isimlerden bir tanesini bile öğrenmeyi denediniz mi hiç?.. Hayır, değil mi?.. Asla denemediniz? Onlar sizin gözünüzde şu önümüzdeki herhangi bir eşyanın sıradan bir atom zerreciği kadar adsız, önemsiz, hatta daha bile meçhul, sabahki dışkınızdan bile değersiz... Gördüğünüz gibi, Lola, boşuna ölmüşler! Bir hiç uğruna ölmüş o salaklar! İddia ediyorum! Kanıtı ortada! Tek değerli şey yaşamdır. Bahse girerim ki on bin yıl sonra, bize ne kadar mükemmel görünürse görünsün, bu savaş tamamen unutulmuş olacak. Olsa olsa bir avuç malumatfuruş, bu savaş ve onu süsleyen belli başlı katliamların kesin tarihi konusunda sağda solda kapışırlar, o kadar... İnsanların birkaç yüzyıl, birkaç yıl, hatta birkaç saat mesafeden birbirleri hakkında anımsanmaya değer buldukları biricik şey budur... Ben geleceğe inanmıyorum, Lola...
**
Ah ! Dostum ! İnanın bana, bu dünya aslında tamamen insanlarla taşak geçmek için yaratılmış koskocaman bir kandırmacadır.
**
Sizlere sesleniyorum, insancıklar, yaşamın salakları, dövülen, haraca bağlanan, ezelden beri terleyenler, sizi uyarıyorum; bu dünyanın kodamanları sizi sevmeye başladıklarında, bilin ki sizi savaş salamına çevireceklerdir... Bu kesin bir işarettir... Asla şaşmaz. Bu iş şefkatle başlar.
**
İnsan gençliğinin bir bölümünü beceriksizlikler yaparak harcıyor. Yavuklumun beni bütünüyle terk edeceği besbelliydi, hem de çok yakında. Birbirinden çok farklı iki değişik türde insanlık olduğunu, zenginlerinki ve fakirlerinki, henüz keşfetmemiştim. Birçoklarında olduğu gibi bana da, kendi kategorimde kalmasını öğrenmek, elimi sürmeden önce ve özellikle de onlara bağlanmadan önce nesnelerin ve insanların fiyatını sormayı öğrenmek için yirmi yıl ve savaş gerekiyormuş demek.
**
Bu dünyada yoksullar için eşek cennetini boylamanın belli başlı iki yöntemi vardır, ya barış zamanında, hemcinslerinizin mutlak umursamazlıklarının kurbanı olarak, ya da savaş gelip çattığında, aynı hemcinslerinizin adam öldürme tutkularının kurbanı olarak. Başkaları sizi düşünmeye başlarlarsa, bilin ki akıllarına gelen ilk şey sizi işkenceye yatırmaktır, sadece bu. Onların ilgisini ancak kanlar içindeyken çekebiliriz, o adilerin!
**
- Hem, nasıl öldü ki bu adam?
- Suratının ortasına bir havan mermisi yedi, moruk, hem de öyle böyle değil, Garance denen yerde... Meuse bölgesinde, bir nehir kıyısında... Adamdan geriye nah şu kadarcık bir parça bile bulunamadı be moruk! Anılara karışmıştı yani anlayacağın... Oysa biliyor musun bayağı da boylu poslu bir adamdı, ha, irikıyımdı yani, güçlü kuvvetli, öyle böyle değil, hem de sporcu, ama tabii, havan mermisine karşı ne yapsın, dimi? Karşı koyulmaz!
- Bak bu doğru!
- Temizleniverdi, diyorum sana... Anası bugün bile buna inanmakta hala zorluk çekiyor! On kez de anlatsam, bin kez de anlatsam... O onun sadece kaybolmuş olmasını istiyor... Ne saçma bir fikir... Kaybolmuş ha!... Ama kabahat onda değil, hiç havan mermisi görmedi ki, o, insanın öylece, bir osuruk gibi havaya karışıp yok olabileceğini ve sonra da her şeyin bitmiş olabileceğini anlayamaz, hele söz konusu olan kendi oğluysa...
**
Garibanlar asla, ya da neredeyse asla sormazlar, katlandıkları şeylerin nedenini niçinini. Birbirlerinden nefret etmekle yetinirler, o kadar.
**
Bu Afrika cehenneminde karşınıza müthiş günbatımları çıkıyordu. Kaçışı yoktu bunun. Her seferinde güneşin dehşetengiz katli gibi trajik. Koca bir şike. Tek bir insanın kaldıramayacağı kadar büyük bir hayranlıktı bu.
**
Mazide kalmış biçimler arasında el yordamıyla ilerlerken kaybolabiliyor insan. İnsanın geçmişinde artık kımıldamayan ne de çok nesne, ne de çok kişi var öyle, ürkütücü. Zamanın mahzenlerinde yitirilmiş canlılar ölülerle birlikte o kadar uyumla uyuyorlar ki daha şimdiden aynı gölge örtüyor gibi onları.
Yaşlandıkça insan kimi uyandıracağını karıştırıyor, canlıları mı, ölüleri mi.
**
Düşündüm ki, artık bu yaprak cümbüşünün, bu kırmızı, mermerimsi sarı okyanusun, bu parıltılı yağlı jambonun altını üstüne getirecek bolca zamanım olacaktı, doğayı sevenler bunları herhalde olağanüstü güzel bulurlardı. Bense kesinlikle sevmiyordum. Tropikal şiirselliği beni tiksindiriyordu. Bu bütünselliğe bakışım, hakkındaki düşüncelerim, tonbalığı konservesi yemiş gibi mideme oturuyordu. Kim ne derse desin, burası hep sivrisineklere ve panterlere uygun bir ülke olarak kalacaktır. Herkes yerini bilsin.
**
Ormanda gevşek adımda bir iki tur attıktan sonra durup çökmek ve susmak zorunda kaldım, güneş yüzünden. Yine o. Öğle üzeri her şey susuyor, her şey yanmaktan korkuyor, zaten bir kıvılcım yeter, otlar, hayvanlar ve insanlar yeterince ısınmış. Bu işte, öğle vaktinin beyin felcidir.
**
İnsanın kendi kabuğundan çıkabilmesi mümkün olsaydı eğer bunu tam o sırada yapardım, bir daha geri dönmemecesine. Beni onun içinde tutan bir şey kalmamıştı.
**
İşin daha kötüsü bir önceki gün ve zaten fazlasıyla uzun süredir yaptıklarınızın aynısını ertesi gün yapacak gücü nereden bulacağınızı bilememektir, bu ahmakça girişimler için, bu asla bir sonuca varamayan binbir tasarı için, yıkıcı zorunluluktan kurtulma denemeleri için, her seferinde çuvallayan o denemeler için gerekli gücü nereden bulacağınızı, kaldı ki bunların hepsi de yalnızca kaderin karşı konulmaz olduğunu, duvarın dibine düşmek gerektiğine kendinizi bir kez daha ikna etmenize yarayacaktır, her akşam, her seferinde daha eğreti, daha galiz olan bu ertesi günün kabusunu yaşayarak.
Belki yaş da, o hain de ekleniyordur bunlara ve bizi beterin beteriyle tehdit ediyordur. Yaşamı dans ettirecek kadar müziğimiz kalmamıştır içimizde, işte bu. Tüm gençlik daha şimdiden dünyanın öbür ucunda gerçeğin sessizliğinde ölüvermiştir. Peki dışarıda nereye gidilebilir ki, soruyorum size, içinizde yeterli miktarda çılgınlık kalmamışsa? Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. Bu dünyanın gerçeği ölümdür. Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek. Bense asla kendimi öldüremedim.
**
Adeta boş bir insan olmaktan hep ürkmüşümdür, yani var olmak için hiçbir nedenimin olmamasından. Şimdiyse, olgular karşısında artık kişisel hiçliğimden hiç kuşku duymaz olmuştum. Amiyane alışkanlıklara sahip olduğum yerden fazlasıyla farklı olan bu ortamda, sanki anında eriyip gitmiştim. Uzun lafın kısası, neredeyse artık var olmamak üzere olduğumu hissediyordum. Gerçekten de, farkına varmaktaydım ki, alışık olduğum şeylerden bana söz edilmez olduğu andan itibaren, artık hiçbir şey beni karşı konulmaz bir tür sıkıntıya kapılmaktan, yayvan, korkunç bir ruhi felaket haline gömülmekten alıkoyamıyordu. Tiksinç bir şey.
**
Doğamız gereği o kadar kofuzdur ki, bizi gerçekten ölmekten alıkoyan tek şey eğlencedir. Kendi hesabıma ben de umutsuz bir imanla sinemaya sarılıyordum dört elle.
**
Sonuç olarak, savaşın içinde olduğumuz sürece, barışta işlerin daha iyi gideceğini söylüyorduk ve bu umudu çiğniyorduk sakız gibi, ama sonra, yine her zamanki bildik boktan başka bir halt olduğu yoktu.
**
Yaşam boyunca aradağımız şey belki de budur, yalnızca bu, olabildiğince büyük bir üzüntü, ölmeden önce kendimiz olabilmek için.
**
[...] eğer ölüm, hemen yarın, gelip beni alacaksa, eminim, asla diğerleri kadar soğuk, çirkin, hantal olmayacağım.
**
İnsan bir yerde takılıp kaldıkça, nesneler ve insanlar iyice yozlaşıyorlar, çürüyorlar ve sırf sizin hatrınıza leş gibi kokmaya başlıyorlar.
**
Sözcüklerin tükendiği yerde nihayet bir keder çökmüştü üstüne, ama bu kederle nasıl başedeceğini bilemiyor gibiydi, onu sümkürüp atmayı denedi, ama geri dönüp boğazına takılıyordu o keder, hem de gözyaşlarıyla birlikte ve o zaman da kaldığı yerden devam etmek zorunda kalıyordu.
**
Boşuna heveslenmemekte yarar var, insanların aslında birbirlikerine söyleyecekleri hiçbir şey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. Herkesin derdi kendine, dünyanınki de hepimize.
**
Bu arada acılarından kurtulmayı başardıklarını söyleyerek böbürlenirler de, gelgelelim herkes gayet iyi bilir, değil mi, bunun hiç de doğru olmadığını, o acıyı bal gibi bütünüyle kendi içimizde sakladığımızı. Bu numaraları yapa yapa yaşlandıkça giderek daha da çirkin, itici bir hal aldığımız için artık acımızı, iflas ettiğimizi gizlemekten bile aciz kalırız, en sonunda insanın ta derinlerinden suratına kadar ulaşmayı başarabilmesi şöyle bir yirmi, otuz yıl, hatta daha fazla zaman alan o sevimsiz ve çirkin ifade, gitgide yüzümüzde sıvaşmadık yer bırakmaz. İnsan dediğin işte bu işe yarar, sadece bu işe, ekşi bir surat ifadesi üretmek, biçimlendirmesi tüm ömrünü alan, hatta gerçek ruhunun bütününü eksiksiz yansıtabilmek için oluşturulması gereken asıl surat ifadesi o kadar ağır ve karmaşıktır ki, bunu tamamlamaya insanın ömrü bile her zaman yetmeyebilir.
**
İnsanlar o boktan anılarından, çektikleri sıkıntılardan bir türlü vazgeçmek istemezler ve ne yaparsanız yapın bunun dışına çıkmalarını sağlayamazsınız. Ruhlarını böyle oyalarlar. Bugün yaşadıkları haksızlıklardan intikam almak için geleceği bokla sıvamaya uğraşırlar kendi içlerinin derinliklerinde. Hem adil hem de ödlektirler aslında. Doğaları budur.